Hayat

Sözcüklerin eskiliği, yeniliği bazen fark ediyor. Anlam kaybı ya da kazancı değil, farkı. Yaşam deyince bir enerji, yenilenme, tazelik, parlaklık, sevinç, vb. şeyler birden pıtrak gibi bitiveriyor da, hayat deyince çaresiz, boynu bükük, kaderine boyun eğmiş, kabullenmiş, güneşsiz ya da hemen parlayıp sönüveren cılız mı cılız bir ışık beliriyor gözümüzde.
“Bu hayat çok bayat” türünden, çocuksu bulduğumuz uyakların, oyunların bir an için gerçeği yansıttıklarını düşünmenin dehşetiyle karşı karşıya kaldığımız da oluyor. İşte o zaman, uyaktaki ‘bayat’ sözcüğüyle, bazen hayatın ölü doğmuş, erken yaşlanmış ya da solmuş bir anıya dönüştüğünü de üzgünlükle anlıyoruz.
Yaşam olsaydı daha mı kolay olurdu yoksa hayatın zorluklarını mı yeğlerdim, yeğlerdik? Doğrusu bunda yeğlenecek bir yan görmüyorum. Bulamıyorum da. Hayat bir zorunluluk, yaşamsa keyfe keder sayılabilir. Yaşam belki de hayatın küçük bir bölümüdür, geçici yani. Hayatsa kalıcı. İnsan sonsuza dek yaşayacağı, hayatta kalacağı anlamında değil tabii. Nazım Hikmet’in dediği gibi belki, “Asl’olan hayattır, beni unutma Hatçem!”
Durun, hemen ‘başka ne olacaktı ki?’ demeyin. Hayat bu, çocuk oyuncağı değil! Nasıl ciddi söyledim değil mi? Söyledim de hayat büyük cümlelerle, vecizlerle tanımlanabilecek, yorumlanabilecek, anlaşılabilecek, bunları da geçtim, daha sıradan bir şey söyleyeyim, yaşanabilecek bir şey değil! Hayat çok şey! O bizi yabana atabilir, atar, ama hayat bizim yabana atabileceğimiz bir şey değil, dedim ya çok şey!
Hayat, hem gerçeğin gerçeği, hem her şeyin metaforu. Her şey ve hiçbiri. Zaman hükümdar, hayat efendi. İkisinin de aynı şey olduğundan uzun süredir kuşkulanıyor insan soyu. Kanıtlasa da bir şeyin değişmeyeceğini bildiği için kuşkulanmakla yetiniyor.
Hayat. Zor. Hayatı yazmak daha zor. Sonunda elinde kalıyoruz ne yapsak! Öte yandan da hayat bu, elimizde değil! Ele avuca da gelir gibi değil! Bir konu, tema da değil! Üzerine ne yazılsa suya yazılmış gibi hemen siliniyor… mu? Bundan emin değilim. Bazen, ‘tüm konuştuklarımız, söylediklerimiz, hepsi semada toplanıyor, hiçbir yere gitmiyor, kaybolmuyor!’ derler ya, galiba öyle olsun istediğim için ben de buna inanmak istiyorum, biraz da inanıyorum.
Suçlu, hayat. Hayat, günah keçisi. Her şey bu yaşadığımız hayat yüzünden… Böyle düşünceler de çoktur, bilirsiniz, kolaycılıktan değil de çaresizlikten diye bakarım bu söylenenlere. ‘Dünya!’ yerine kullanıldığı da olur hayatın, bu sessizlik yerine de sayılır elbet. Artık başka sözü kalmayanların, hayatı, dünyayı konuşmaya değer ya da yeterince ilginç bulmayanların, konuşacak kimsesi olmayanların, bir de fazla sözün dünyayı yorduğu, hayatı kırdığını bilenlerin hayatı, dünyasıdır bu.
“Bir garip yolcuyum hayat yolunda” dizesi, aslında yol alfabesiyle hayat arasındaki ‘garip’liğin eksiksiz bir ifadesi. Hayatsa, dile, tanıma gelmeyen, gelse de beyhude olan şeylerin kimsesi. Belki de ne yolcunun akışı ne zamanın geçişi, hayat, yolun kendisi. Hayat yolu ise bir galat-ı meşhur. Yani hayatın hayatı ya da yolun yolu. Belki de hiç olmayan, bugüne değin de olmamış bir şey hayat, yalnızca insanın dünyadaki bulunuşuna, evrendeki varlığına bir anlam verme, bulma isteği. Belki de, ‘demeye dilim varmıyor ama…” diye başlayan bir itiraf cümlesi. Bir teselli. Hasan Ali Toptaş’ın dedesi olası o muhterem zatın, Haraptarlı Nafi’nin ünlü sözü gibi, ‘sorarsanız bilmiyorum, sormazsanız biliyorum’ dediği şeydir hayat belki de.