Islık

Yol hali diye bir şey var. Yol şarkısı, yol şiiri diye bir şey de var. Ben gibi bazıları da var ki, ‘bizatihi’ bunların zaten yolun kendisi, yolun da şiirin kimsesi ve şiirin zaten yolun herkesi olduğunu söyleyip dururlar. Olsun, söylesinler, bu da yolun sevinç hali sayılır.
Yolun şiiri yazılıyor, yolun müziği çalınıyor, yolun şarkısı söyleniyor, peki, yolun sesi, o çıkmıyor mu, çıkmayacak mı… Derken artık ayaksesi mi ona eşlik eder yoksa o mu ayakseslerinin ritmine uyar, yola, yolcuya, yürüyüşe göre değişir, ama yola çıkarken “neler almalıyım yanıma?” şiiri sürdürülecekse Edip Cansever’in, ki her yola çıkış o şiire de yeni bir başlangıçtır, o unutulmayacak, alınacaktır.
O ıslıktır, yola çağrıdır, insan kendisini yola onunla çağıracaktır, yolu kendine onunla çekecektir ve arkadaşlığın böylesine hem şaşıracak, hem sevinecek hem de gülümseyecektir. Bu aynı zamanda, yola çıkmak için kendisinden çıkmasıdır ki sadece yola değil yaşamaya da bir davettir.
Neye davet? “Başkası olma kendin ol!” diye insanı insandan, kendinden, doğadan uzaklaştırmaya çalışan bencilliklere karşı, “başkası ol özgür ol”, “başkası ol kendin ol”, “başkası ol, yaşam dol” ve “başkası ol, budur yol!” demelere de bir güzel davettir. Islık tutturmaya davettir.
Dönersen Islık Çal! Duyduğum en şahane ıslıklardan biriydi. Bir filmin adıydı, ama ondan da önce en sevdiğim şairlerden Ergin Günçe’nin nefis bir dizesiydi ki, hocanın her şiiri birbirinden nefis ve birbirinden nefis dizelerle de dolu. Meraklısı Türkiye Kadar Bir Çiçek kitabında bulabilir, okurken ve sonrasında birbirinden güzel ıslıklar çalabilir. Biz de, tabii nereden olacak, o şiirlerden öğrendik, neyi, “dönersen ıslık çalarsın/yol uzun, su karanlık/otur bir çardak altına/bırak biraz yağmur yağsın” filan demeyi, “Bir dostu ölü götürmek” şiirinden sözgelimi.
Sonra da bir cüce ile bir travestinin gözyaşartıcı dostluğunu anlatan, Orhan Oğuz’un, 1990’ları da yansıtan, şahane filmi, Dönersen Islık Çal’dan (1992) elbette. Bana hep sevdiğim bir başka filmi Geceyarısı Kovboyu’nu (1969) hatırlatır, John Schlesinger’in filmi, gözyaşları bakımından da, evet.
Behçet Aysan’ı, o bir nar gibi kırılmış arkadaşımı, 1993’ün 2 Temmuz’unda, Sivas Madımak Otelinde ateşlere bırakınca, külden ıslık yapılır mı bilmiyorum ama, acımdan “Dönersen ıslık çal, Behçet” demiştim ona. Gidip de dönemeyenlere, onların yanına gidelim öyleyse biz de ıslık çala çala!
Islık, arkadaşlık. Islık, anıları çağırmak. Islık, unutmamak. Islık, dünyaya katılmak. Islık, yola hazırlık. Islık, sesteki güneş. Islık, sessizliğe kardeş. Islık… Orhan Veli şiiri. O türkü tuttursa da, “İstanbul’un orta yeri sinema/garipliğim, mahzunluğum duyurmayın anama” dese de, ıslığı başka havadan çalar. Sevince, neş’eye, İstanbul’un baharına göz kırpar. Islık, göz kırpmaktır.
Nazım Hikmet, Kuvayi Milliye’ye katılıp Kurtuluş Savaşımızda yer almak için, arkadaşıyla, coşkusuyla, ateşiyle, yurtseverliğiyle, İnebolu yollarından yayan yapıldak günlerce Ankara’ya yürürken “Yol Şarkısı”nı yazmış, yolu sesine katmıştır ama, aslında şiir ya da şarkı değil, sözcüklerden bir ıslık yazmıştır: “Alnımızda yanar gençliğin tacı.”
Şimdi bahardır, ıslık bahar için vardır, daha yolumuz vardır, ıslık yoldaşımızdır.