İstanbul’un Yeraltı Hazineleri: Sarnıçlar

İstanbul, gerek yer üstünde gerekse yer altında, her bakışta, insanı şaşırtabilen özelliklere sahip ender kentlerden biri. Birçokları İstanbul’u, derinliklerinde neler kaçırdığından habersiz gezer. Oysa kentin yeraltında bambaşka bir tarih ve yaşam tüm sırlarıyla keşfedilmeyi bekler. Bunların arasında günümüze gelmiş en muhteşem, en etkileyici yapılar yeraltı sarnıçlarıdır.
Vazgeçilmez hayat kaynağı
İstanbul gibi önemli imparatorluklara sahne olmuş bir kentin gıpta edilecek sayısız özelliği vardı kuşkusuz. Ancak Konstantinopolis kenti tarihte en fazla kuşatma görmüş kentlerden biri. Bu nedenle defalarca kuşatılan kent haşmetiyle orantılı olarak yaşamsal bazı sorunlara sahipti. Bunlardan en kritik olanı kente su sağlanmasıydı. Bizans döneminin ünlü tarihçisi Prokopios (MS 500-563 civarı) İstanbul için şöyle demişti: “….deniz kentin çevresinde bir çelenk oluşturur. İstanbul denizin yarattığı ve yaşam verdiği bir kenttir.” Her ne kadar İstanbul denizin tüm cömertliğinden faydalanmış olsa da kayalar üzerine kurulu kentte, su temin etmek söz konusu olduğunda bu hep zor çözülebilen bir meseleydi. Kuşatmalar bazen aylar sürüyordu. Düşman şehre gelen su ve yiyecek ikmalini kesiyordu. Şehrin içinde yeterli tatlı su kaynakları da yoktu. Bu nedenle de Bizanslılar bir çözüm olarak, devasa sarnıçlar inşa ettiler. Bugün İstanbul’daki sarnıç sayısının yaklaşık 200 olduğu tahmin ediliyor.
Tarlalardan saraylara
Bizans İmparatorluğunun başkenti Konstantinopolis kurulduğu zaman nüfusu 100 bin civarındaydı. 5. yüzyılda çeyrek milyon, 6. yüzyılda ise yarım milyona ulaştı. Şehrin içinden geçen bir tatlı su kaynağı olmadığı gibi, Roma devrinden kalma su kemerleri de şehre yapılan her saldırıda işlevsiz kalıyordu. Şehirde suların önemli bir kısmı yüksek yerlerde, az sayıda inşa edilen açık sarnıçlarda toplanıyor ve buradaki su daha çok tarımsal amaçla, bostanları ve tarlaları sulamak için kullanılıyordu. Ancak 5. yüzyıldan sonra zenginleşen ve nüfusu artan kentin saray ve kamu binaları için temiz su gerekliydi. Yağmur sularının ve doğal kaynaklardan getirilen suların toplanması için kapalı sarnıçlar elzemdi.
Kuşatmalarda kurtarıcı
Bu nedenle kentin her yerine dağılmış irili ufaklı çok sayıda kapalı sarnıcın inşası Konstantinopolis için önemli bir adım oldu. Amaç saraylara, hamamlara ve çeşmelere su sağlamaktı. Bu yapılar, Bizans devri sonuna kadar da ayakta kaldılar. Hatta Osmanlı’nın erken döneminde dahi bu sarnıçlardan su çeken birçok kuyu vardı. Bunlar aynı zamanda kentin sıklıkla maruz kaldığı kuşatmalar sırasında adeta su yedekleme depolarıydı. Osmanlı Devleti’nin İstanbul’u fethetmesine dek, gerek savaş gerekse barış zamanlarında, sarnıçların önemi yerini korudu. Hatta bazı binaların, kiliselerin, bodrumları, menfezleri tıkanıp, duvarları su geçirmeyen horasan harcıyla kaplanmış ve her bir binanın altı birer sarnıca dönüştürülmüştü. Bizans su mimarisi yalnız faydalarıyla değil aynı zamanda mühendislik ve sanatsal özellikleriyle de her zaman öne çıktı.
Yeraltındaki saray
İstanbul’un yer altı dünyasının en görkemli yapıları arasında üç sarnıç var. Bizans döneminden sonra uzun süre unutulmuş, batılı seyyahlar tarafından tekrar bulunduktan sonra sayısız resim ve gravüre konu olmuş, Yerebatan Sarnıcı, Türkiye’de en çok ziyaret edilen üçüncü müze. Bizans İmparatoru I. Justiniyanus (527-565) tarafından yaptırılan sarnıç ilk karşılaşmada insanı büyülüyor. 336 sütunuyla öylesine görkemlidir ki bir sarayı andırdığından halk arasında Yerebatan Sarayı olarak da bilinir. 9800 metrekarelik bir alanı kaplayan sarnıç, yaklaşık 80 bin metreküp su depolayabiliyor. Sarnıç mermer malzemesi açısından tam bir devşirme harikası. Sütun başlıkları farklı üsluplara sahip ve bazıları da sarnıç için yapılmış. Tuğladan örülmüş sarnıcın duvarları 5 metre kalınlığında. Zeminine ise horasan harcı döşenerek su geçirmez hale getirilmiş. Bu sarnıç, Bizans döneminde, bugün Sultanahmet olarak bilinen bölgede, geniş bir alanı kaplayan imparatorların sarayı ile bölgedeki diğer sakinlerin su ihtiyacını karşılıyordu. İstanbul’un fethinden sonra, Topkapı Sarayı’nın bahçeleri de buranın suyundan yararlandı.
Bir keşif hikayesi
İstanbul’un fethinin ardından, sarnıç uzun bir süre kendi haline terk edilse de 16. yüzyılın ortalarında Bizans kalıntılarını araştırmak üzere İstanbul’a gelen Hollandalı gezgin P. Gyllius tarafından yeniden keşfedildi. Gezgin, ev sakinlerinin, evlerinin zemin katlarında bulunan kuyu benzeri büyük deliklerden sarkıttıkları kovalarla su çektiklerini hatta balık tuttuklarını fark ederek buraya iner ve kayıkla tarihin derinliklerinden notlarını kaydeder. Sarnıcın kuzeybatı köşesinde, iki sütunun altında kaide olarak kullanılmış ve mitolojide sayısız efsaneye konu olmuş Medusa’nın başları, sarnıcın en çok ilgi çeken parçaları. Bunlar aynı zamanda Roma dönemi heykel sanatının kusursuz örneklerinden olup devşirmenin yapılarda nasıl yer aldığının önemli bir göstergesi. Hangi yapılardan alınıp buraya getirildiği bilinmiyor. Araştırmacılara göre, sarnıcın inşası sırasında salt sütun kaidesi olarak kullanım amacıyla getirilmiştir. Bir başka ilgi çeken parça da Ağlayan Sütun’dur. Genellikle bu parçanın üzerindeki desenin bir damlacık veya gözyaşına benzetilmek istediği söylenir. Aslında bir ağaç gövdesine benzetilmek istenen ve yine bir başka yapıdan getirilmiş bu devşirme stilize mermerin üzerindeki desenler de ağacın budaklarıdır.
Sütun ormanı
Yerebatan Sarnıcı’ndan sonra İstanbul’un ikinci büyük su rezervuarı olan Binbirdirek Sarnıcı, Bizans kaynaklarına göre 4. yüzyılda yapılmış. 224 sütunu ve tonozlu yapısıyla, burası adeta bir sütun ormanı. İmparator I. Constantinus şehri yeniden kurduğunda Roma’dan bazı senato üyelerini buraya göçe zorlamış. Filoksenus (Philoxenus) Sarayı’nı yaptırmış ve sarayın su ihtiyacını karşılamak üzere de 40 bin metre küp su depolanabilen bu sarnıcı inşa ettirmiş. 16. yüzyılda İstanbul’a gelen Alman seyyah R. Lubenau’dan, sarnıçta ipek ipliği işleyenlerin çalıştıklarını öğreniyoruz. Oysa 18. yüzyılda burada su olduğunu yazanlar da var. Osmanlı döneminde, sarnıcın üzerinde bazı büyük konakların inşa edildiği biliniyor. Türk dönemiyle birlikte, sarnıçta su bulunmadığı tahmin ediliyor. Üstü boş arsa olarak kalıyor ve bir süre üzerindeki meydanda kurulan semt pazarının deposu olarak kullanılıyor. Sarnıç uzun süre susuz olduğundan, 19. yüzyılda burası ip bükenler tarafından atölye olarak kullanılmıştır. Sütunlar ve başlıklar devşirme değildir ve özel olarak burası için yapılmıştır. Bazı iddialara göre, Türk döneminde sarnıcın adı, çokluk anlamındaki “binbir” teriminden gelmiştir. Ayrıca bir başka rivayet de bugün artık alt kısımları 5 metreye yakın toprağa gömülen sütunların gövdelerinin üst üste bindirilmiş olmasından dolayı bu terimin kullanıldığıdır. Sütunların gövdelerine işlenmiş olan Grekçe harfler ise sarnıcın yapımında çalışan ve sütunları işleyen taşçılara ait işaretlerdir.
Bir mühendislik harikası
Bu kadim kentin tarihi yarımasındaki eserler yıllarca restore edilerek turizme kazandırılmıştır. Kendi haline terk edilen, yıpranmış, mezbelelik haline gelen mahalleler arasında kaybolan yapılar adeta yeniden keşfedilip gün yüzüne çıkarılmıştır. Özellikle Fatih ilçesinde bugüne dek tam 450 tarihi eserin restorasyon çalışmasından bahsediliyor. Fatih semtinde bulunan ve Unkapanı’ndan geçerken yoldan duvarları gözden kaçmayan Zeyrek Sarnıcı (Fil Damı – Pantokrator) da bu kapsamlı restorasyonlardan payını alan kent hazinelerinden biri.
Bu sarnıç, İstanbul’da benzeri olmayan, üç cephesi toprak üstünde ve iç kısmında su toplama galerileri bulunan tek örnektir. Bizans İmparatoru II. Ioannes Komnenos tarafından 12. yüzyılda, Pantokrator Kilisesi’ne bağlı olarak yaptırılan ve 900 metrakarelik bir alan kaplayan sarnıç, Bizans’tan İstanbul’a kalan önemli su tesislerinden biridir.
Restorasyona başlandığında, üst su toplama galerileri molozla dolu olmasının yanısıra üst teras alanında birçok dönemlerde oluşan yapılaşmalar mevcuttur. Diğer sarnıçlara rakip olur mu bilinmez ancak buranın İstanbul’un yeraltı müzelerinden biri olması kaçınılmazdır.