“SANATÇININ BİR GÖREVİ VE MİSYONU VARDIR”
Önce Merhum Recep Yazıcıoğlu’nun hayatının anlatıldığı ‘Köprü’ dizisinde cesur ve idealist bir mühendis olarak karşımıza çıktı. Şimdilerde ise ATV’nin sevilen dizisi ‘Karadayı’da kötü kalpli bir savcıya başarıyla hayat veriyor.
Kimden mi bahsediyoruz? Tabi ki, Yurdaer Okur’dan…
Okur Ailesi’nin ilk çocuğu olarak 1974’te dünyaya gelir Yurdaer Okur… Babası sağlık memuru olduğu için farklı şehirlerde geçer eğitim yaşamı. Bafra Süper Lisesi’ni bitirdikten sonra Akdeniz Üniversitesi Turizm İşletmeciliği Bölümü’nü kazanır. Turizm o dönemde yükselen bir sektördür ve Yurdaer Okur herkesin okumak ve yaşamak istediği bir şehre gitmiştir. Ancak o herkesi şaşırtan bir karar alır ve üçüncü sınıftayken okulu bırakır. Oyuncu olmak için Ankara’nın yolunu tutar: “Turizm mesleğini değil, sevdiğim, beni mutlu eden işi yapmaya karar verdim ve sınavlara girdim. Kazandım ve sonra da aileme emr-i vaki yapıp söyledim. Aslında büyük bir meydan okumaydı benim kararım. Hem hayata karşı hem de varoluş çabam açısından gerçek bir meydan okumaydı. Hatta o dönemde birçok insan, büyüklerimiz, sevdiklerimiz, ‘oğlum aklını başına al, yapma, etme’ dediler. En sonunda baktılar olmuyor, kararıma saygı duydular.”
Peki, ama neden böyle bir karar almıştı: “Lise yıllarından itibaren aslında bir tiyatroya ilgim vardı. Akdeniz Üniversitesi’ne başladıktan sonra bende çok güçlü bir şiir tutkusu baş gösterdi. Nazım Hikmet, Edip Cansever, Ahmet Arif ve diğerleriyle birlikte yepyeni bir yanım olduğunu keşfettim. Şiir ve edebiyatla birlikte yaşamdan çok farklı bir haz almaya başladım. Önce okudum sonra da bunu paylaşmaya başladım. Antalya’da şiir dinletileri hazırlayıp sunmaya başladık. Sahneye çıktıkça ve insanlardan çok güçlü geri bildirimler, alkışlar almaya başladıkça yani bir anlamda sahnede mutlu olmaya başladıkça yapmak istediğim işin sanat olduğuna kanaat getirdim.”
Antalya’dan Ankara’ya gelir. Ankara Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü’nün sınavlarını kazanır. Artık yepyeni bir hayatı vardır. Disiplinli, çalışkan ve de uyumlu bir öğrenci olur. Yatılı okulda akşamları bile tiyatroyla uğraşır. Tiyatro artık hayatının tek ve en önemli gerçeğidir. Hayatını değiştiren kişiyle de böyle tanışır. Duayen sanatçı Genco Erkal mezun olduğu oyunu izler: “O gün kendisinin yeni bir oyun hazırladığını öğrendim. Hemen seçmelere başvurdum ve kazandım. Birlikte ‘Yalınayak Sokrates’ isimli oyunda rol aldık. Böylece 1998’de İstanbul serüvenim başladı…”
Kadrosu yoktu ama başrol oynadı
İstanbul Devlet Tiyatrosu’nda resmen kadrosu olmamasına aldırmadan birçok başarılı çalışmaya imza atar. Bu sahne ışıkları altında çok sık görülen bir durum değildir: “Kadrom henüz yapılmamıştı. Kadrosuz bir oyuncunun başrol oynaması büyük bir olaydı sanat camiasında.. Aynı zamanda da büyük bir meydan okuma… Size güvenip, itimat etmişler ve başrol vermişler… Başarmak hem de çok başarılı olmak zorundasınız… Büyük bir baskı ve stres var üzerinizde… Buna aldırış etmeden ve de belli etmeden çıkıyor ve oynuyorsunuz… Sonrasına gelen alkışlar ve tebrikler… Bunlar hep oyuncunun kaderinde vardır. Her zaman bir meydan okuma ve sınav halindedir oyuncu. Bizde her oyun ve proje bir sınavdır. Sınavları aşama aşama geçersin ve her sınav bir diğerinden daha zordur.”
Yurdaer Okur’un geniş kitleler tarafından tanınmasını sağlayan proje ‘Köprü’ dizisidir. Ünlü yazar Ayşe Kulin’in romanından uyarlanan ‘Köprü’de Merhum Erzincan Valisi Recep Yazıcıoğlu’nun hayat öyküsü ve verdiği mücadele anlatılmaktadır. ‘Köprü’ büyük ilgi görür. İnsanları ekran başına toplayan bu dizide genç ve idealist bir mühendisi canlandıran Okur, sergilediği performansla izleyicilerin kalbini kazanmayı başarır: “Dizide rol alan oyuncuların çok önemli bir bölümü o tarihte meşhur değildi. Ancak eser ve mesaj çok güçlü olunca insanlar bizleri gerçek kahramanlar gibi gördü. O projede görev almaktan çok gurur duyduk hepimiz…”
Yurdaer Okur, meslek yaşamında 15 yılı geride bıraktı. Geriye dönüp baktığında kendisine belirlediği hedeflerin önemli bir bölümünü gerçekleştirdiğini düşünse de daha alması gereken çok mesafe olduğunun da farkında: “Son dönemde Türk dizilerinin yurtdışında gördüğü büyük ilgi biz oyuncuları da çok memnun ediyor. Bu da bizim bahsi geçen ülkelerden bir adım daha önde olduğumuzu gösteriyor. Bu bizi son derece sevindiriyor tabi. Ancak şöyle acı bir gerçekle de karşı karşıyayız; yurtdışında yapılan gösterimlerden dizi oyuncuları herhangi bir gelir elde edemiyor. Mevcut telif hakları kanununa göre böyle sıkıntılı bir durum söz konusu. Bunun oyuncular açısından dolaylı kazançları oluyor. Örneğin yurtdışına bir film veya dizi çekilecekse bu durumda akla siz gelebilirsiniz, siz buradan bir rol alabilirsiniz. Bu da dünyaya açılmanızı sağlayabilir. Ben böyle bir şeyler olacak gibi hissediyorum…”
Okur bugüne kadar karşılaştığımız sanatçılardan farklı bir profile sahip. O sanatın halk için olduğuna inanan idealist bir sanatçı. Bunu şu sözlerden anlamak hemen mümkün: “Bir Devlet Tiyatrosu sanatçısı olarak aynı zamanda vazifelerimiz olduğuna inanıyorum. TV dizileriyle elde ettiğimiz şöhret ve birikimi bir şekilde topluma aktarmamız gerektiğini düşünüyorum. Ben daha önce Diyarbakırlı gençlere drama dersleri verdim. Onlar bizlerden bir şeyler öğrenirken, bizler de onlardan bir şeyler öğrendik. Arasında doktor, öğretmen olanlar oldu. İnsanlar bugün hala arıyorlar ve ‘sizden öğrendiklerimizi biz de şimdi öğrencilerimize aktarıyoruz’ diyorlar. Bu gerçekten çok farklı bir duygu. Bir adım atıyorsunuz ve sonrasında onun giderek büyüyen bir halka haline dönüştüğünü görüyorsunuz.”
Sanatçının halka temas etmesi gerektiğini, devamlı etkileşim halinde olması gerektiğine inanan Okur, sözlerini şöyle sürdürüyor: “Topluma bir fayda sağlayabilmek en büyük erdemlerden benim için. Doğuyoruz, yaşıyoruz ve gidiyoruz şu dünyadan. Geride bir şeyler bırakmamız gerekiyor. Sanat böyledir… Bir insanın yaşamını sahnelediğiniz bir oyun, verdiğiniz bir eser, önerdiğiniz bir kitap veya izlettiğiniz bir filmle değiştirebiliyorsanız gerçekten büyük bir şey başarıyorsunuz demektir. Onun dünyasında hayatına yön verecek kalıcı bir iz bırakıyorsanız, insanları başarabileceklerine inandırırsanız çok şey başarmış oluyorsunuz. Ne kadar halkla bütünleşirsek o kadar topluma fayda sağlarız. Örneğin bir takım atölyeler kurup, orada birebir insanlara çalıştığınız zaman sadece o insanların mesleki kariyerlerini değil, belki bütün yaşam akışlarını değiştiriyorsunuz. Mesela toplum önünde konuşmaktan korkan bir genç, tiyatro eğitimi sayesinde bu korkusunu yeniyor, kendisine güveni geliyor. İçinden geçen duyguları büyük bir coşkuyla dile getiriyor. Bu sayede bir oyun veya bir eğitimle bir insanın dünyası değişiyor. Onun dünyasının değişmesi ise tıpkı denize atılan bir taş gibi başka süreçleri de tetikliyor. Dolayısıyla bir hamleyle belki bütün evrende bir değişime neden oluyorsunuz. Dediğim gibi bizlerin de bu sürece katkı da bulunmak gibi bir misyonumuz var…”
Yataklı vagonlarla keyifli yolculuk
Erdal Beşikçioğlu’nun merhum Recep Yazıcıoğlu’nu canlandırdığı ‘Köprü’ onun hayatında birçok kalıcı ve güzel anı bırakır: “Dizi Eskişehir’de çekiliyordu. Ben İstanbul’da yaşıyordum. Yataklı vagonlarla keyifli bir yolculuk yapıyordum. Dinlenip sete veya İstanbul’a gelmek çok büyük bir konfordu. Ayrıca yemekli vagonlarda da çok değerli insanlarla tanıştım ve çok hoş sohbetlerimiz oldu. Benim aklımda çok güzel anılar kaldı ve bugün bile düşündüğümde beni hala mutlu eden şeyler yaşadım…”
Beş sözcükte Okur
Yurdaer Okur, kendisini şu sözcüklerle tanımlıyor: Sakin, dengeli, cesur, kararlı ve duyarlı...
Cahit Sıtkı’ya hayat verecek
“Bir projem var. Diyarbakır’da Cahit Sıtkı Tarancı’nın evi vardır. Burada yıllar önce Cahit Sıtkı’nın 100 şiirini birleştirip, tek kişilik bir oyun haline getirmiştim. Şimdi biraz daha geniş kapsamlı bir çalışma düşünüyorum. İl Kültür Müdürlüğü’ne bağlı bizim kültür evi. Burada bir protokol yaparak hava şartlarının uygun olduğu dönemlerde burada oyun sahnelemeyi arzu ediyorum.”
“Eşim hayattaki en büyük yardımcım”
4 Nisan 2011’de hayatını Dilara Yalçın’la birleştiren Yurdaer Okur’un evlilik serüveni de oldukça ilginç. “5 yıl kadar nişanlı kaldık. Dizi çalışmaları yüzünden evlenmemiz biraz zaman aldı.” diyen Okur, eşinden övgüyle söz ediyor: “Oyuncunun işi ve hayatı arasında bir denge kurması gerçekten zordur. Evlendiğiniz kişinin sizi anlaması ve destek vermesi çok önemli. Oyunculuk mesleği egolar üzerine inşa edilmiş bir meslektir. Kaygılarınız, endişeleriniz arttıkça başarılı olma şansınız giderek azalır. Eşim evlendikten sonra İstanbul’a geldi ve burada bir yaşam kurduk. Eşim benim hayattaki en büyük dayanak kaynaklarımdan birisi.”
“Farklı olmak için kötü savcıyı kabul ettim”
Okur, ‘Köprü’ dizisindeki iyi yürekli ve cesur mühendisten kötü kalpli bir savcıya geçiş yapar. Bu tercihi hayranlarını şaşırtsa da o bu durumdan oldukça memnun görünüyor: “Hamurunuz ne kadar esnek olursa ne kadar güçlü olursa o kadar karaktere can verirsiniz. Bir oyuncu olarak en büyük tehlike, aynı tip ve karakterlerin oyuncusu olmaktır. Toplum sizi belirli bir karakter ile beğenir ve siz de bundan keyif almaya başlarsanız o zaman sizin tükeniş süreciniz de başlar. Çünkü kendinizi daha fazla geliştirme ve meydan okuma şansınız otomatik olarak sona erer.”