TOPRAKTAN GELİP, TOPRAĞA GİDER: CAM

Türkiye’de, elektriğin her yere ulaşmadığı yıllarda bir ilkokul öğrencisini, öğretmeni İzmir’in Görece köyünde bir cam ocağına götürür.

Gaz lambası ve boncuk üretilen bu ocakta çocuğun dikkatini daha çok ders çalışırken dibinde oturduğu gaz lambasının yapımı çeker. Gördüğü bütün camları incelemesi, taşınabilir olanları toplamaya başlaması da o yıllara denk gelir. Çocuk büyür, başarılı bir tekstilci olur ama aklı hâlâ o mucizevî maddededir. Türkiye’deki cam ocaklarının tamamını dolaşır, hiçbir şey yapamasa dahi gidip ustaları izler, yurt dışındaki cam sanatçılarından dersler alır.

Cam ustası Yılmaz Yalçınkaya’nın artık kendi cam hikâyesini yazmasının vakti gelmiştir… Cam Ocağı Vakfı’nı kurar. Vakf bugün Türkiye’nin cam sanatı konusunda en büyük ve donanımlı noktası. Vakfı bir yıl içinde yaklaşık 35 bin ilkokul öğrencisi ziyaret ediyor. Onlar da Yılmaz Yalçınkaya’nın çocukluğunda yaptığı gibi camın alametlerine gözleriyle şahit oluyorlar. Ocağın minik ziyaretçileri kırık camlardan ve boncuklardan kendi tabaklarını yapıyor; sıcak camın nasıl bir şey olduğunu ve nasıl şekil aldığını görüyorlar. Ayrıca yurt içinden ve yurt dışından cama hükmeden sanatçılar vakfa gelip dersler veriyor.

Selçuklular’dan beri cam üfleniyor

Cam Ocağı Vakfı’nın Türkiye’de ve hatta dünyada bir örneği daha olmasa da cam ocaklarında bu maddeden sanat eserleri yaratma konusunda kullanılan yöntemler değişmiyor. Bunların en bilindikleri üfleme, kepçeleme, füzyon, kuma dökme ve kalıpla şekillendirme. Bizim topraklarımızda diğerlerinden ayrılansa Selçuklu, Artuklu ve Osmanlı’dan günümüze kadar gelen üfleme tekniği. Üflenerek yaratılan sanat eserinde iş, bin 200 derecelik fırının içinden bal kıvamında ve bal renginde olan camın bir çubuk yardımıyla alınmasıyla başlıyor. Çubuk, ucundaki camın akmaması için çevrilerek vişne ağacından yapılan kepçenin içindeki suyla soğutuluyor ve bu sırada çubuğun içinden üflenen hava camın şişmesini sağlıyor. Tabii bütün bunlar anlatıldığı kadar kolay değil. Cam Ocağı’nın zanaatkârlarından Mehmet Kömürcü’nün anlattıkları da bunu doğruluyor. Zira onun “usta” sıfatını kazanabilmesi 13 yaşından 32 yaşına kadar bu işi aşkla yapması sayesinde mümkün olmuş. Mesleğini aynı işi sürekli yaparak değil, babasından kalan yeteneği sayesinde kazandığını söylüyor. Ürettiği her eseri sorunsuz bir şekilde tamamladığında yaşadığı mutluluk da bundan.

Camın hikâyesi kumla başladı

Cam, 5 bin yıldan beri hayatımızdaki favori malzemelerden biri. Ondan akla hayale gelmeyecek eserler yaratabilir, bir hatayla tuzla buz da edebilirsiniz… Ne kadar anlaşılmaz görünse de kökeni bildiğimiz kumdur. Bazen ayna olur, ne görüyorsan odur; bazen mercek olur, uzağı yakın eder; bazen bir çerçevenin önünde en mutlu anınıza kendini siper eder. Camın hayatınızın ne kadar içinde olduğunu düşünmeye başladığınızda uzun bir zamana ihtiyacınız olacak. Bu mucizenin kalbini görmek içinse fazla vaktiniz yok! Zira bir cam ocağına gidip onunla tanıştığınızda kaybettiğiniz zaman için pişman olacaksınız.

Nazarköy’ün nazarlıkları…

Nazarköy, İzmir’in Kemalpaşa ilçesine bağlı bir köy. Burada cam sanatı boncuk halinde bulunuyor. Köyde her yıl mayıs ayının ikinci haftasında Nazar Boncuğu Festivali düzenleniyor. Her yanı rengârenk boncuklarla bezeli bu köyde yaşlı, genç, kadın, erkek hemen herkes nazar boncuğu işinin bir köşesinden tutuyor. Sadece çam odunu kullanarak fırınlarını bin 200 derecelik sıcaklığa ulaştırmalarının sırrını ise onlardan başka bilen yok!

Çeşm-i Bülbül

Çeşm-i Bülbül, soğuk cam çubukların sarmal bir şekilde sıcak camla birleştirilmesiyle oluşuyor. Bu eserlerin temeli 18. yüzyılda Venedik’te cam sanatı konusunda eğitim alan Mevlevi dervişi Mehmet Dede’nin Paşabahçe’de Osmanlı padişahlarının da yardımıyla bir cam ocağı açmasına dayanıyor. Döndürülerek burulan çizgiler, o cam formu biçimlendiren ustanın hünerini ve üslûbunu yansıtıyor.